20 Kasım 1922’de başlayan Lozan görüşmeleri, hararetli tartışmaları da beraberinde getirdi. Türkiye’yi temsilen baş murahhas olarak İsmet İnönü görevlendirilmişti. Türkiye’yi temsil için İnönü’nün seçilmesi bile daha baştan bu görüşmeden istediğimiz neticenin alınamayacağının belirtisiydi. Çünkü İnönü bir askerdi. Diplomasinin içinde yetişmediğinden diplomatik tecrübesi yoktu. Ayrıca gerek kulağının yeterince işitmemesi gerekse yabancı dil bilmemesi eksi bir özellikti. Daha da kötüsü, kendisini korkuları ve evhamları yönlendiriyordu.
Buna mukabil İngilizleri temsil eden Lord Gürzon, her türlü hile, blöf ve diplomatik yöntemleri çok iyi bilen kurnaz bir kimse idi. İnönü’nün yetersizliğini ve Türk heyetinin her halükarda anlaşma yanlısı olmasını çok iyi kullanmış ve pek çok aleyhimize olan maddeyi anlaşma metninin içine koydurmayı başarmıştı. Halbuki Türk heyeti Lozan’a muzaffer olmuş bir ülkeyi temsilen gidiyorlardı. Milli mücadele kazanılmış, işgalciler yurdumuzdan kovulmuştu. Halkımız henüz silahlarını bile kaldırmamış, zaferin motivasyonu ve heyecanı içinde idi. İngiltere’de ise durum bunun tam tersi idi. Savaş yanlıları hükümetten uzaklaştırılmıştı ve İngiliz halkı artık savaşmayı istemiyordu. Gerek Türk halkının heyecanını gerekse İngiliz kamuoyunun savaşa soğuk bakmasını gayet iyi bilen İngiliz heyetinin anlaşma sağlanamaması durumunda Türkiye’ye karşı savaş açması çok uzak bir ihtimaldi. Fakat Lord Gürzon, Türk heyetinin savaşı göze alamadığını bildiği için “anlaşılamazsa tekrar savaş çıkabilir” söylemi ile blöf yapıyordu. Dr. Rıza Nur’un uyarılarına rağmen İsmet Paşa bu siyasî ifadelerin ne kadarının gerçek ne kadarının blöf olduğunu tam anlayamıyor, Ankara’nın da isteğiyle her halükârda anlaşma sağlanmasını istiyordu.
Lozan anlaşması sonucunda sahip olduğumuz topraklar, I. Dünya savaşının bitiminde, yenik sayılmamıza rağmen elimizde bulunan topraklardan daha azdır. I. Dünya savaşından sonra yapılan Mondros anlaşması sonucu Türklerin silahını bırakması, İtilaf devletlerinin iştahını kabartmış, yaptıkları anlaşmayı bizzat kendileri bozarak Anadolu’yu işgal etmişlerdir. Bunun üzerine Anadolu’da teşkilatlanan ve esareti asla kabul etmeyen yiğit vatan evlatları, millî mücadeleyi başlatmış, iki yüzlülük ve sözünde durmazlık tabii vasfı olan düşmanlarımıza gereken dersi vermiştir.
Milli Mücadele’yi ne için yaptığımız sorusuna cevap teşkil eden ve asgari haklarımızın ifadesi olan Misak-ı Millî (Millî Yemin), Erzurum ve Sivas kongrelerinde tespit edilip son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde oy birliği ile kabul edilmiştir. Misak-ı Milli’ye göre istiklâlimizi her açıdan elde etmeli, Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı her yer hudutlarımıza dahil edilmeli idi. Millî Mücadele’yi bu uğurda yaptığımız ve bu hedef için kan akıttığımız göz önünde bulundurulursa Lozan’da Misak-ı Millî’den verilen tavizler insanın içini ürpertmektedir.
Lozan’daki kayıplarımızı maddî ve manevî kayıplar olmak üzere iki yönde inceleyebiliriz. Maddî kayıpların en önemlileri Misak-ı Millî’ye dahil olup da alamadığımız topraklardır. Şimdi bunları sırasıyla inceleyelim:
1. Musul ve Kerkük: Musul ve Kerkük, üzerinde Türk ve Kürt vatandaşlarımızın yaşamasından başka iktisadî açıdan da çok önemli bir mevkide idi. Zengin petrol yataklarına sahip olması, sömürgeci İngiltere’nin Musul üzerinde direnmesine sebep oldu. Türk tarafı da Musul üzerinde hem toprak hem petrol açısından ısrar ediyordu. Şayet Türk tarafı, Musul petrollerini İngiltere’ye bırakmak kaydıyla, toprak üzerinde yeterince ısrar edebilseydi, öncelikli gayesi petrol olan İngilizlerin Musul ve Kerkük topraklarını bize bırakmaları söz konusu olabilirdi. Doğu illerimizin huzurunun teminatı mahiyetinde olan Musul, maalesef petrollerinin %10’u Türkiye’ye kalmak mukabilinde terk ediliyordu. Daha sonra bu %10’luk pay da doğru düzgün tahsil edilememiştir.
2. Batı Trakya: O zaman için halkının büyük bir çoğunluğu Türk olan Batı Trakya (Paşaeli) maalesef Yunanlılara bırakılmıştır. Yunanlılar da, o bölge halkına pek çok zulmü reva görmüştür. Batı Trakya, Yunanlılara bırakılırken de hiç makul olmayan bir harita çizilmiştir. Edirne’ye 5 km mesafede bulunan ve Edirne’ye giden trenin geçmek mecburiyetinde olduğu Karaağaç istasyonu Yunanlılara bırakılmıştı. Edirne’ye gitmek için bile Yunan topraklarından geçme mecburiyeti gibi bir garabete sebep olan Türk heyeti, bu yanlışı gidermek için Edirne’nin bir mahallesi kadar ancak olan Karaağaç istasyonunu geri alma mukabilinde Yunanlılardan alacağı bütün savaş tazminatından vazgeçmiştir. Anadolu’da taş üstünde taş bırakmayan, İsmet Paşa’nın ifadesi ile 300.000’den fazla binayı yakıp yıkan Yunanlıların, yaptığı katliamlar bir yana, açtığı milyonlarca dolarlık zarar, adeta İsmet Paşa’nın düşmana hediyesi ile Karaağaç mukabilinde Yunan’ın yanına kâr kalmıştır. İsmet Paşa’nın Yunanlılara gösterdiği bu alicenaplığı İtilaf devletleri bizlere göstermemiş ve Osmanlı’nın bütün borçlarını Türkiye’ye yüklemişlerdir.
3. Halep ve Hatay: Misak-ı Milli’ye göre güney hududumuzun Halep’in 40 km güneyinden geçmesi gerekmekteydi. Zaten o zaman için nüfusun ekseriyeti de Türk idi. Fakat maalesef Halep’ten başka Hatay ve İskenderun da Lozan’da hudutlarımızın dışında kalmıştır. Hatay 1938 yılında tekrar topraklarımıza katılarak zararın bir kısmı telâfi edilmiştir.
4. Batum: I. Cihan harbinden sonra Ruslarla imzaladığımız Brest-Litowsk anlaşması sonucu halkın reyiyle anavatana dahil olan Batum aynı zamanda Misak-ı Millî hudutları içerisinde idi. Fakat maalesef Lozan’da Ruslar’a bırakıldı.
5. Adalar ve Kıbrıs: Rusya’ya karşı girişilen ve 93 Harbi diye bilinen felaketi atlatabilmek için II. Abdülhamid, Rusya’nın karşısına İngiltere’yi dikmeyi başardı. Tabi bu felaketten kurtulmanın bedeli de Kıbrıs’ı, hükümranlık hakkı Osmanlı’ya ait olmak üzere muvakkaten İngiltere’ye bırakmak oldu. Yani İngiltere, Kıbrıs’tan belli bir vakit bir nevi üs olarak faydalanacaktı. Fakat I. Dünya Harbi başlayınca İngiltere tek taraflı olarak Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıkladı. Bu ilhakı Osmanlı Devleti tanımadı. Lozan’a kadar Kıbrıs’ta belirsizlik sürdü. Lozan’da İngiltere’nin baskısı karşısında Türk heyeti Kıbrıs’ı İngilizlere bıraktı. Bununla da kalınmayıp Kıbrıs’ta Türk nüfusunu azaltmaya yönelik maddeleri de kabul etti. İsmet Paşa’ya daha bu da kâfi gelmeyip II. Dünya savaşında Türklere sığınan Rumları en iyi şekilde ağırlamaktan başka onları Türk gemileri ile Kıbrıs’a taşıdı. Böylece Kıbrıs’ta Rumlar nüfus bakımından Türklere üstün geldiler ve diplomatik sahada önemli bir avantaj elde ettiler. Ayrıca bu gelen Rumların çocukları, serseri palikaryalar, Kıbrıs’ta pek çok Türk kanı dökmüşlerdir.
Lozan’ın belki de en trajikomik meselesi “Adalar” meselesidir. Zira Ege sahillerinden çıplak gözle bakılınca bile görülebilen, bize bu kadar yakın bulunan adalar, İsmet Paşa’nın umursamaz tavrı sebebiyle İtalyanlara bırakılmıştır. Musul meselesindeki ısrarın onda biri bile adalar için yapılamamıştır. Şu anda Yunanlılarla olan kıta sahanlığı probleminin temelinde Ege kıyılarındaki bu on iki adanın alınamayışı vardır. Lozan’da kaybettiğimiz adaların II. Dünya savaşında gerek Almanlar gerekse İngilizler tarafından Türkiye’ye teklif edilmesine rağmen İsmet Paşa’nın korkuları burada da devam etmiş, neticede adalar alınmamıştır. Türkiye’nin cesaret edip de almadığı bu adaları, II. Dünya harbinde harabeye dönmüş bulunan Yunanistan korkmadan kabul etmiştir.
Lozan’ın en büyük yanlışlarından biri de ülkemizdeki boğazlarda söz hakkına sahip olamayışımız idi. Bu yanlışı daha sonra Atatürk Montrö Boğazlar sözleşmesi ile çözmüştür. Sağlığında Hatay’ı da sınırlarımıza katan Atatürk’ün hedefinde Misak-ı Milli’de olup da Lozan’da kaybettiğimiz bütün yerleri geri alma ideali var idi. Atatürk’ün ömrü II. Dünya savaşına kadar kifayet etse idi belki de Türkiye’nin sınırları şu ankinden farklı olabilirdi. Fakat unutmamak gerekir ki, Lozan’daki kayıplarımızın baş mimarı olan İnönü’yü görevlendiren ve İnönü’nün fikir babalığını yapan M. Kemal Paşa’dır. Mustafa Kemal, Lozan’da mutlaka anlaşma sağlanmasını istiyordu. Bunun için bir takım tavizlerin verilmesine mani olmuyordu. Verilen yerlerin geri alınacağına inanıyordu. Her yaptığını Kemal Paşa’ya danışan İsmet İnönü’nün baş murahhas seçilmesi bu yüzdendi. Ayrıca Lozan görüşmeleri sırasında I. Meclis’in vekilleri Lozan’daki şartları şiddetle reddediyorlar, İnönü ve ekibini sert bir dil ile eleştiriyorlardı. I. Meclis’in, şartları aleyhimize olan Lozan’ı onaylaması mümkün değildi. Bunun üzerine bir karışıklık çıkartıldı. Lozan’ı sert dille eleştiren Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Meclis Muhafız komutanı Topal Osman tarafından katledildi. Bu gelişmelerin ardından daha Lozan görüşmeleri tamamlanmadan alelacele I. Meclis feshedildi. Toplanan II. Mecliste ise Mustafa Kemal’e itiraz edecek hiçbir kimse bulunmuyordu. Netice de Lozan’ın hükümleri II. Meclis tarafından onaylandı.
Lozan’ın böyle gayri şeffaf ve anti demokratik bir şekilde kabulünden başka bir de, gayri hukukî olarak, Lozan’ı eleştirenler susturulmuştur. Çıkarılan “takrir-i sükun” gibi kanunlarla ve İstiklâl mahkemelerinin marifetleriyle aleyhte söz söyleyenlerin dilleri kesilmiştir. O zamandan beri resmî kaynaklar ve resmî tarih, Lozan’ı Sevr ile kıyaslayarak bizlere bir zafer gibi sunmuştur. Halbuki Sevr, Lozan gibi bir anlaşma değil, sadece bir proje taslağı idi. Milli Mücadelenin yegane hedefi ve asgari haklarımızın ifadesi olan Misak-ı Millî dururken, kabul edilmemiş, proje taslağı olmaktan ileri gidememiş bir şeyle Lozan’ı kıyaslayıp onu zafer diye takdim etmek önemli bir yanlıştır. Zira I. Dünya savaşının nihayetinde yenik sayılarak yaptığımız anlaşmalar sonunda bile elimizde bulunan topraklar, Lozan’dan sonraki topraklarımızdan fazladır.
Diğer taraftan Lozan’daki kayıplarımız, sadece toprak ve maddî kayıplar ile de sınırlı değildir. Bir de manevî kayıplarımız vardır ki bunlardan en önemlisi, İslam ümmetini tek çatı altında toplayan Hilafet müessesesinin ilgasıdır. Ayrıca azınlıkları Osmanlı’ya karşı kışkırtan, Millî Mücadelenin karşısında duran ve pek çok fesadın kaynağı olan Patrikhanenin kaldırılması gerekiyordu. Nitekim İsmet Paşa da bu görüşte idi. Fakat Patrikhanenin affedilmesi ve İstanbul’da kalması İsmet Paşa tarafından Lord Gürzon’a bir doğum günü hediyesi olarak takdim edildi.
Bizleri arkadan vuran azınlıklar, Lozan’da her açıdan Türklerle eşit haklara sahip oldu. Azınlıklar, inançlarını istedikleri gibi yaşayabilecekler, çocuklarını kendi okullarına gönderebilecekler, kendi dillerinde eğitim yapabilecekler. Türkçe’yi ana dili gibi bilse bile mahkemelerde kendi dillerinde konuşabilecekler, tatil günlerinde mahkemeye çağrılamayacaklar. Bunun gibi pek çok madde ile adeta azınlıklar Müslüman Türk tebadan daha fazla hak elde ediyordu. Zira sonradan yapılan değişikliklerle tatil günü Cuma’dan Pazar’a alınmış, Yahudilere hürmeten Cumartesi de tatil yapılmıştı. Buna mukabil devlet memurlarına Cuma namazı için bir saatlik izin bile çok görülmeye, müslüman çocukların istedikleri okula gitmeleri, gittikleri okulda inançlarının gereğini yapabilmeleri yasaklanmaya başlandı. Düşmanlarımızı bile şaşırtan bu durumu Necip Fazıl ne güzel ifade eder:
“Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”
Azınlıklara verilen bunca imtiyaza rağmen Lozan’da Türk heyeti, takdir edilecek bir siyasetle azınlıkların “gayri müslim unsurlar” olarak kalmasını başardı. İngilizler, Kürtlerin de azınlık statüsünde yer alması için uğraş verse de bizim heyetimiz “müslüman azınlık yoktur” sözünün arkasında durabilmiş ve müslümanların tamamını, vatanın asıl unsuru olarak kabul ettirmiştir. O zaman İngilizlerin doğu bölgelerimizi karıştırmak için öne sürdüğü bu teklifi dirayetle reddeden Türkiye, maalesef şimdi AB’ye girebilmek için AB’nin dayattığı “Kürtler ve aleviler azınlıktır” görüşünü kabul etme temayülünde. O zamanki batıcı zihniyete sahip Türk heyetinin bile görebildiği ve reddettiği bu fesat kazanını acaba şimdikiler göremiyor mu? Siyasî tecrübesizliğin neticesinde yapılan pek çok yanlışlarla da olsa Lozan anlaşması imzalanmıştır. Artık onu geri döndüremeyiz. Fakat işin kötü tarafı şu ki, bizlerdeki tarih şuuru yavaş yavaş yok olmaya başladı. Misak-ı Millî sınırları içinde olup da Lozan’da kaybettiğimiz yerlerimizi geri alma ve Lozan’da verdiğimiz tavizleri telafi etme şuuru yeni yetişen nesillerde görülmemeye başladı. Bu büyük bir fecaattir. Bundan daha da kötüsü AB’ye girebilmek için Lozan’da bile vermediğimiz tavizleri verme yoluna gitmektir.
Kadri bilinmeyen nimetler insanın elinden alınır. Allahu Teala müslümanlığımızın ve vatanımızın kıymetini bilmeyi ve onları her türlü tehlikeye karşı savunmayı bizlere nasib etsin. Amin.
Kaynak: www.ilkadimdergisi.com